Hasret 5'e katlandı

Hasret 5'e katlandı
İş hayatında yenilikçi, ibadetlerinde tavizsizdi. İnsana yatırıma, yerli üretime önem verdi. Anadolu insanına iş, aş, bilinç ve değer kazandırdı.

Vizyon demekti…
Anadolu çocuklarını, 70’li-80’li yıllarda, hayal dahi edemeyecekleri başarılara inandırmak demekti.
Bugün çok büyük organizasyonların yapabildiği işleri 30 sene evvel başlatmak, bugünler için tohum atmak demekti.
***
Sağın edebiyatçılarını, şairlerini, yazarlarını etrafında toplamak, millî bir fikir çerçevesi oluşturabilmek demekti.
Ayhan Songar, Ahmet Kabaklı, Seyyid Ahmet Arvasi gibi birçok isimle Türkiye’nin en çok okunan gazetesini, aydınlık yarınlarını kurmak demekti.
***
Haber vermenin çok üstüne çıkıp, bir fikir neşriyatı olan bu gazeteyi; eğitimden uzak tutulmuş, evine kitap bile alamayan, aslını-neslini unutmaya yüz tutmuş, Anadolu’nun hor görülen insanlarına ulaştırmak demekti.
Onlar gazete almaya gidemiyorsa, çok büyük maliyetleri göze alarak, kapılarına kadar götürmek demekti.
***
Bu gazete vasıtasıyla, Anadolu insanına inancımızı, Peygamberimizi, Anadolu evliyalarını, Osmanlı sultanlarını hatırlatmak demekti.
Bir gazeteden beklenmeyen seviyede özgün ve yerli içerikle ansiklopediler neşretmek demekti.
***
O yıllarda, devlet eliyle desteklenen ve yaratılışı reddeden bilim dergilerinin karşısına İnsan ve Kâinat dergisini koymak, gerçekleri seslendirmek demekti.
30 küsur sene evvel, Türkiye Çocuk dergisiyle çocuklara “Sen Osmanlı evladısın. Senin ataların bak neler yaptı” demekti.
Şimdi onlarca örneği varken, 80’lerde tek başına, hem de sağın bakışıyla Tarih ve Medeniyet dergisi çıkarmak demekti.
***
Anadolu’dan yetişen akademisyenlere önem vermek, inançlı akademisyenleri desteklemek, herkesi üniversite okumaya, dil öğrenmeye teşvik etmek demekti.
İstanbul kulübü toplantılarıyla yıllar evvel fikir buluşmaları düzenlemek, entelektüelliği inançsızların elinden kurtarmaya çalışmak demekti.
Diğer inançtan bütün kesimlerle çok iyi ilişkiler kurmak, hor baktıkları muhafazakâr kesimle aynı masaya oturtmak demekti.
***

Girişimci ve ‘yenilikçi’ olmak demekti…
Tebeşirin ‘tozsuz’unu, internetin ‘zararlı içeriğe erişilemeyenini’ sunmak demekti.
Anadolu çocukları ziyan olmasın diye 25 sene evvel ‘mescidi bulunan’ okullar açmak, burada çocuklara değerler eğitimi vermek demekti.
Dinini ve ülkesini seven ahlaklı gençleri ‘iyi yetişmiş yöneticiler’ hâline getirmek, onlara istihdam açmak demekti.
***
Hep en son teknolojiyi kullanmak, teknolojiyi benimsemek, benimsetmek demekti.
Az uyumak, hangi saatte atarsanız atın, hemen mailinize cevap almak demekti.
Çıktığı gün, tüm genel müdürlerine “akıllı telefon kullanacaksınız” demekti.
Türkiye’de kimse adını bilmezken dünya devi markalarla görüşmek, iş kurmak, yatırım getirmek demekti.
100 bin çalışan hedefi koymak, iş-aş verme sevdası için zararı göze almak demekti.
Ranta savaş açmak, faizci enflasyonist düzene rağmen, yatırım peşinde olmak, açılıştan açılışa koşmak demekti.
Asya’dan 30 yıl evvel akupunktur getirmek, mal ticaretiyle Türkiye’yi Çin’le, Kore ile tanıştırmak demekti.
Bir gün yerli otomobil üretme hayaliyle adını kimsenin duymadığı G. Kore markasını araştırıp pazara sokmak, satış rekorları kırmak, dev ve tekel firmaların karşısına çıkmak, onlara rağmen fabrika temeli atmak demekti.

***
Yeri gelmişken…
Enver Ağabey demek, kesinlikle ‘yerli ve millî’ olmak demekti…
Toplumda talep gören yabancı ürünleri, ülkenin ürünü hâline getirmek demekti…
İlk yaygın yerli kola, ilk gerçek yerli TV, yerli temizlik robotu, yerli şofben, yerli su arıtma cihazı yapmak demekti.
Bugün devletin yapmaya çalıştığı, Türk halkının bilincini harekete geçiren yerli filmler ve dizileri kendi imkânlarıyla yapmak demekti.
***
Azerbaycan’da, Bosna’da, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da, nerede mağdur bir Müslüman varsa sesini duyurmak, imkân dâhilinde imdadına koşmak demekti.
Dünyada izi silinen Türk eserlerini, İslam âlimlerinin kabirlerini bulmak, imar etmek demekti.
***

Siyasilerle güçlü bağ kurmak ve bunu inançlı Anadolu insanının lehine kullanmak demekti…
Muhafazakârlara yönelik ilk tatil köyünü yapmak, bunu 15 günlük devrelerle satıp düşük bütçeli ailelere tatil imkânı sağlamak demekti…
Banka kredisine bulaşmadan otomobil sahibi olmalarını sağlamak demekti…
Aşağılanan Anadolu insanını, daha 90’ların başında, Avrupa standartlarında, panjurlu, kapalı otoparklı, çift asansörlü sitelerde oturtmak demekti.
‘Köylü’ diye aşağılanan muhafazakârları, 80’lerde hayal ettiği ‘akıllı’ plazada çalıştırıp ‘eziklik’ psikolojisinden kurtarmak, her katına kocaman mescitler, abdesthaneler koymak demekti.

***
Cömertlik, şefkat, merhamet demekti...
‘Almak’ değil, ‘vermek’ demekti...
Elindeki imkân ve şartları zorlayarak, darda olanın yardımına koşmak,
İhtiyaç iş ise iş, aş ise aş, ev ise ev, araba ise araba vermek demekti.
***
Yaptığı işlerde hep en iyiyi hedeflemek, toplum yararına işler yapmak demekti...
Muhafazakârların sesi olmuş, tiraj rekoruna kimsenin ulaşamadığı gazete,
Türkiye’de sağın ilk özel televizyon kanalı,
Daha 90’larda sunulan İngilizce bültenler,
Türkiye’de kimsenin sahip olmadığı, dünya ajanslarıyla rekabet eden, Türkiye’nin sesini dünyaya duyuran İhlas Haber Ajansı,
Başta göz ameliyatları olmak üzere, çok büyük başarılara imza atmış Türkiye Hastanesi,
İlçelere, kasabalara, hatta köylere kadar uzanan pazarlama ağı,
Sanayi, medya, hizmet, gerçek vizyon ürünleri, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan komple bir ticari sistem demekti…
***

Çalışanlarına patron değil; baba, ağabey, hoca demekti.
Öz güven, eğitim, ümit, cesaret, şefkat demekti…
Şirketin her noktasındaki çalışanın kolayca ulaşabildiği, hatta evinde ağırlanabildiği ‘mutlu eden’ patron demekti.
Çalışanlarına işten çok ‘sonsuz ahiret hayatlarını kurtarmaları için’ öğütler veren hoca demekti.
Şikâyetten, insanların birbirini çekiştirmesinden asla hoşlanmamak, dedikodulardan uzak durmak demekti.
“Ticarette insanların önce duasını alacaksınız” demekti.
***
Mekânın cennet olsun
Enver Ağabey.

HAYATININ MERKEZİNDE ÖNCE NAMAZ VARDI
Akrabası Erdoğan Abi anlatmıştı:
Enver Abi ile çocukluğumuz birlikte geçti. Kırklı  yılların Honaz’ı… Kıtlık yokluk var. Bizim gibi muhacirler için hayat daha zor ayrıca… Kardeşlik, paylaşma, yardımlaşma sayesinde kalabiliyorduk ayakta.
Biz Enver Abi ile akrandık, zamanımız birlikte geçerdi. Kaleleri kurar, top koştururduk sabahtan akşama. Ancak Enver Ağabey’i iki takım da almak istemez, çünkü biliriz ezan okununca bırakacak, camiye koşacak.
Nitekim ezan sesi gelir, bakarız uzaklaşıyor gizlice. ‘Sen nereye gidyon?’ diye önüne geçerdik, ‘Ya beş dakka n’olcek, kılıp geleceğim hemen.’
Muhacirler genellikle aynı mahallede otururlar. ‘A be ya’ sesleri çarpar kulağınıza. Mahallenin şirin bir camii vardır, tertemiz, misafir odası gibi bakımlıdır âdeta.
Enver Abi caminin gönüllü hademesi.
Bahçeyi sular, avluyu süpürür, ibrikleri doldurur, takunyaları sıralar. Tek tek silkeleyip havluları dizer askıya. (Muhacir camilerinin şadırvanlarında kenarları oyalı peşkirler olur ve bunlar lavanta ile ıtırlandırılır.)
Zaman zaman hoca efendi kamet okusun diye Enver Abi’ye işaret yapar. Sesi berrak ve pürüzsüzdür, cemaatin de hoşuna gider. Hoca efendinin Enver Abi’ye verilmiş bir sözü vardır, bir gün onu minareye çıkaracak ezan okutacaktır.
Ve sözünde de durur, Enver Ağabey soluk soluğa şerefeye çıkar, aşağıda insanlar ona bakıyorlar. Hoca efendi cebinden kösteklisini çıkarıp, “Tamam başla” manasında bir işaret çakar. İyi de nefesi göğsüne sığmıyordur, titriyordur heyecandan.
- Haydi be Enver oğlum, vakittir.
Sesi çıkmıyor ki, tıkanır kalır. Meğer mesele ilk tekbiri alıncaya kadarmış, ardı sular seller gibi gelir, avluyu çınlatır âdeta.
***
Zaman zaman dayıoğlu ile (Erdoğan Abi) bahçeye gider çardakta yatarlar. Ninesinin koyduğu azıkları yer, gülüşüp konuşurlar. Eğer bir kıpırtı hissederlerse teneke çalar, mantar patlatır, domuzları mahsulden uzak tutmaya çalışırlar.
Yağmurlu bir gün, zemin ıslak... Gün çoktan batmış, karanlık çökmüştür yamaca. Yolu yarılamışlardır ki Enver Abi, “Ben bi namazımı kılayım” der arkadaşına.
- Ya kılarız Enver, daa çok va yatsıya.
- Yok kılem de içim rahatlaya.
- Yerler ıslak, üstün çamur olcek sonna.
- Aha patika kuru, bi’ şeycik olmaz.
- Eee sen bilirsin ben gidiyom çardağa.
- Tamam git, ben de geliyom.
Karanlığın içinden bir adam gelmektedir, çakırkeyif türküler mırıldanmaktadır bağıra bağıra. Sonra durur bir sigara çıkarır, çakmağı çakar ‘Aa o da ne? İyi saatte olsunlar!’
Durmakla kaçmak arasında kararsızdır ki çocuk selam verir, ayağa kalkar.
- Korkma emmi, benim, ben.
- Namaz mı kılıyon sen?
- He ya…
- Burda, tenhada?
- Çardağa geldik de vakit geçmesin dedim; baktım bura kuru olunca...
- Kimin oğlusun sen bakem?
- Nazif’in.
- Nazif mi dedin? Demir yolcu Nazif... Muhacir Nazif? Tabii ya… Eh ona da böyle evlat yakışır. Biz ise bu yaşta… Tövbe estağfirullah. Encamımız hayrolur inşallah…
Adamcağız bu ibretlik görüntü karşısında alkolü bırakacak, hanımı da çok sevinecektir buna.
***
Kuleli’den arkadaşı Hekim Albay Faruk Koca anlatıyor:
Enver Bey derdik biz ona. Çünkü hem çalışkan, hem kibardı, okulun yıldızıydı âdeta. Tanışmak için fırsat kolluyordum. Bir izin günü vapurda karşılaştık. Vaniköy İskelesi’nde indik. Beraber yürüyoruz okula. Derslerden filan açtık, memleketlerimizi anlattık. Kuleli’ye yaklaşmıştık ki Kaptanpaşa Camii’nden ezan okunmaya başladı. Enver Ağabey hafifçe kulağıma eğildi. “Faruk bir şey söyleyeceğim sana”
- Buyur.
- Bugüne kadar hiçbir namazımı aksatmadım, hani hazır ezan okunmuşken diyorum. Seni bırakıp gitsem darılmazsın değil mi bana?
- Rahat ol, ben de kılacağım. Acelemiz yok, vaktimiz var nasıl olsa.
İki arkadaş abdest aldık, namazımızı kıldık. Çıktık, vazifesini yapmış insanların huzuru. Yosun kokusu, martı sesleri, balıkçı takaları… İstanbul sevilmez mi yaa.
O yıllarda Kuleli’nin müştemilatından birinci şube koğuşlarının sonunda hademe odası vardı. Yanında da mescit açtılar. Mektepte Afgan ve Arap talebeler de okuyordu, öyle bir talepleri olmuştu ihtimal.
Sonra büyük bir koğuş mescit hâline getirildi. Şadırvan da sağlandı ayrıca.
***
Çığlık çığlığa ilerleyen bir buharlı, bozkırı biçiyor âdeta… Ardında sıra sıra katarlar.
Şimendifer bir makas başında durup soluklanır. Ortalık ıpıssız, bildiğiniz sahra.
İki kuleli talebesi kondüktöre sorar: “Ne kadar buradayız amca?”
- Karşıdan gelecek motorluyu bekliyoruz, hemen de gelebilir, geç de kalabilir. Belli olmaz.
- Ya biz hemen şurada bi’ namazımızı kılsak...
- Siz bilirsiniz, yalnız motorlu geçer geçmez, kalkarım haberiniz ola. Sonra demedi demeyin bana!
Nasıl olsa rötar vardır denilen trenin vaktinde geleceği tutar. Üstelik büyük bir hızla geçer, kaybolur karanlıkta. Gençlerden biri imam olmuş, tane tane okumaktadır. Nasıl ama, tadını çıkara çıkara. Keskin bir kondüktör düdüğü, nefes boşaltan ihtiyar lokomotif, bacada pat patlanan dumanlar, ufak ufak salınan istim, yükselen buhar, gerilen pistonlar.
Tren kıpırdamış olmalıdır, hemzemin geçitte çın çın kampana. Gençler ağır ağır tadil-i erkânla kılmaktadırlar hâlâ. Tekerlekler ayan beyan döner onlar daha tehiyatta. Birkaç yolcu panik yapar “Kondüktör bey çocuklar kaldı!”
- Ben söylemiştim onlara!
- Tren hızlanmaya başlamıştır ki; koşar, son vagonu yakalarlar.
Bir yaşlı çıkışır, “Ya kaçırsaydınız?”
- Kaçarsa kaçar, ölüm yok ya ucunda.
- Oğlum gece vakti ne yaparsınız şu kör karanlıkta…
- Rahat ol be amcam, Allah büyüktür meraklanma.
***
Bir gün arkadaşı Faruk Koca “Pazar günü öğleden sonraları Beylerbeyi Camii’ne bir vaiz geliyor” der, “müthiş bir hatip, dinle beğeneceksin mutlaka!
- İyi gideyim o zaman.
O gün camiye gider. Yaşlının birine sorar.
- Filan hoca vaaz verecek mi acaba?
- Her hafta gelir ama bugün mevlidimiz olunca...
- Olsun… der oturup mevlit dinleyeyim o zaman.
Hafızlar yanık bir seda ile okurlar. Büker boynunu, oturur bir kuytuya. O sıra yeni kaybettiği babasını hatırlar, “Ya Rabbi babamı da mağfiret eyle, taksiratını bağışla.”
Gözünden yaşlar akar, hatta hıçkırır bir ara.
Orta yaşlı bir kadın şefkatle bakmaktadır ona. 14-15 yaşında bir çocuk, tam neşe dolacağı çağlarda. Bir sıkıntısı mı vardır acaba?
Cemaat dağılırken kapıda karşılaşırlar, o hanım yaka numarasını alıverir o arada; 1034... Bunu unutmayacaktır, İmam-ı Rabbani hazretlerinin dârü’l-bekaya yürüdüğü yıldır zira.
Beyi Kuleli’de kimya muallimidir, bir konuştursun bakalım, eğer çözülebilecek bir derdi varsa.
İşte o günden sonra Hocası Hüseyin Hilmi Işık, Denizlili yetim Enver’e babalık yapar.
Muhabbetleri katlanarak artacak, yıllar sonra kızını verecektir hatta.

***
1960, İstanbul.
Darbeler ihtilaller…
Enver Ağabey sivile geçmiş, Fen Fakültesinde okumaktadır.
Bankalar Caddesi’nde bir eczanede çalışıp harçlığını çıkarmaktadır ayrıca.
Zaten sevimli ve yakışıklı bir gençtir, çabucak müşteri tutar. Ortalığı siler süpürür, camları parlatır, kolileri indirir, rafları yerleştirir. Herkesle dost olur. “Kepek için kükürtlü sabun denedin mi” filan derken ciroyu da kabartır ayrıca. Şunu tart, bunu ez derken iyi de bir kalfa olur zamanla. Geceleri üst katta kalmaktadır, tavan arasında. Bedava bekçilik de yapmaktadır mekâna. Ah bir de vakit olsa, şöyle gömülse kitaplarına.
Yorucu geçen bir günün ardından (ki yemek molası bile verememiştir), yukarı çıkmış seccadesini sermiştir ki patronu görür.
- Ne o?
- Hiiç, namazımı kılacağım da.
- Bir daha burada namaz kılmak yok tamam mı?
- İşimi aksatmıyorum ki ama?
- Ben anlamam. Ya namaz ya iş!
Enver Abi bir saniye tereddüt etmez:
- Namaz!
Gider eşyalarını toplamaya başlar.
***
Enver Ağabey Kuleli yıllarından beri kendine babalık yapan Kimya Hocasını bulur.
“Allah var gam yok” der rahatlatan bir üslupla, “Yarın seninle Eminönü’nde buluşalım, birkaç adres dolaşalım. Elbet bir kapı açar Mevla.”
Kendileri de eczacıdır zira.
Enver Abi’yi alır Şark Ecza deposuna götürür. Kemaleddin Atabay ve Derman Bey eski arkadaşlarıdır, hasretle kucaklaşırlar.
“Hoş geldin Hilmi Abi, özletiyorsun ya!”
- Bakın benim bir talebem var, evladım gibidir, iş bakıyoruz ona.
- Hayret, biz de bugün eleman almak için gazetelere ilan vermiştik iyi mi? Eczacılıktan anlar mı biraz?
- Zaten eczanede çalışıyordu, siz bir imtihan yapın yine de. İşinize geliyorsa.
Bir kâğıda üç beş ilaç yazar (tabii ki doktor yazısıyla) al gel derler bunları raftan. Enver Ağabey hiç zorlanmadan ilaçları toplar tık tık tık koyar masaya.
- Ooo süper, yarın gel başla. Bu arada işini açıklayayım. Hafta içi her gün sabah sekizde burada oluyorsun. Dokuza doğru eczaneleri gezip rafları kontrol edeceksin. Eksikleri bildirecek, faturalarını keseceksin. Kolay iş, zorlanacağını sanmam. Öğleden sonra serbestsin, gezer misin dersine mi çalışırsın, paşa keyfin ne istiyorsa. Sigortanı da yapıyoruz. Başlangıç için 250 lira veriyorum, bilahare artırırız.
Vakit mi arıyordun, al sana vakit. Para desen iki misli, sigorta da caba!
(O sigorta vesilesiyle 38 yaşında emekli olacaktır daha sonra.)
**
Yıl 1962.
Enver Ağabey Fen Fakültesini bitirir. Askerliğini yedek subay olarak Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesinde yapar.
O gün araştırma gemisi demir alacak, açılacaktır Marmara’ya. Enver Ağabey erkenden gelir, kamarasına yerleşir. Namaz vaktine daha var. Şöyle ranzasına uzanır, gözleri dalar. Aklında bir soru, seferilik başladı mı acaba?
Rüyasında Hilmi Bey’in evindedirler. Fatih Müstakimzade Sokak’ta.
- Efendim biz seferi oluyor muyuz, olmuyor muyuz?
- Getirin efendim şuradan Kuduri şerhini bakalım.
Açarlar 81. sayfayı... Dipnotta yazmaktadır açıkça.
Aylar sonra dönüşlerinde ziyarete gelir, aynı şeyi sorar.
- Getirin efendim şuradan Kuduri şerhini bakalım. Açarlar 81. sayfanın dipnotların arasında.
- Efendim inanın ben bunu rüyamda…
- Buna ihlas derler kardeşim, namazını dert edenler yaşayabilir anca.
***
Amirleri Enver Abi’den çok memnun kalırlar, ver işi unut, yapacaktır nasıl olsa. Temiz, tertipli disiplinli çakı bir subay. Teskere vakti gelince bırakmaz, “Sen Bahriye’de kal” derler ısrarla.
İş yeri Çubuklu’dadır, hemen evinin yakınında. Servis de vardır ayrıca. Maaş desen 1.600 lira. Hiç de fena sayılmaz o yıllarda.
Fen Fakültesi ise asistan olarak beklemektedir. Masası hazırdır kenarda. Yolu uzak, maaşı düşüktür. Sadece 450 lira.
Yine hocasıyla istişare eder:
- Efendim Seyir Hidrografi Dairesinden iş teklifinde bulundular. Yerleri yakın, ücret tatminkâr. Fen Fakültesinden de bekliyorlar ayrıca.
Hilmi Bey tek şey sorar.
- Namazını hangisinde rahat kılabilirsin?
- Fakültede…
- O zaman oraya!
1.600 lirayı iter, yarısının yarısına fakültede başlar. Ama bakın Allah’ın işine ki, bir süre sonra kazancı 2.000’i de aşar. Üstelik onu doktora için NATO bursu ile İtalya’ya yollarlar.
***
Yıl 1966, Napoli…
Enver Abi biyolojiyi çok sever, sabahlara kadar laboratuvardan çıkmaz. Bir gün arkadaşları: “Yeter artık” derler, “İncelemedik tek hücreli bırakmadın deryada. Kalk biraz gezelim de gözün gönlün açılsın”
Alır götürürler bir balık lokantasına.
Enver Abi huzursuzdur. İki de bir saatine bakar. Ah akşam namazını bir kılabilse, yatsı kolay.
- N’en var kardeşim, hava karardı sen de karardın. Söyle yardımcı olalım, bir derdin varsa?
- Yok bi’ şey.
Bir ara kalkar, garsona sorar:
- Tuvalet nerede?
Girer, oo geniş mekân, kapıyı kilitler. Hızla abdestini alır, yere naylon yayar, namazını kılar.
Bir gelir ki neşe içinde… Arkadaşlarını kahkahalara boğar. Biri işaret diliyle sorar, “Ne oldu buna yaa?”
Öbürü ellerini kulaklarına götürür…
- Haa o mesele, anladım tamam.


SABAH ERKEN KALKIYORMUŞSUN, MECBUR MUSUN?
Napoli’deki enstitü dünya çapındadır. Her ülkeden doktora yapanlar. Türkleri toplar, bir odaya koyarlar. Balkonlu, manzaralı rahat bir mekân... Enver Abi sabahları erkenden kalkar, parmaklarının ucuna basa basa yürür lavaboya. Mümkün mertebe sessiz olmaya çalışarak abdestini alır. Ne kadar dikkat etse de musluk şırıldar. Oda arkadaşları görünüşte ses çıkarmazlar.
***
O gün mikroskop başında çalışırken hademe belirir, gelmesini işaret eder. Enstitü direktörünün kapısını çalarlar.
- Beni istemişsiniz efendim.
- Hoş geldin, otur lütfen… Bak uzatmadan gireceğim mevzuya. Sizden şikâyet var.
- Ne gibi?
Elindeki kâğıttan okur:
- Mr. Ören sabah çok erken kalkıyormuşsun. Musluk, su sesi… Özetlersek arkadaşların rahatsız oluyorlar. (Biraz durur) Sence ne yapmam lazım, söyle bana.
- Namazımı terk edemem. Yurt, pansiyon bir yer bakacağım artık.
- Bak, benzer bir şikâyet daha var. Bir Yahudi öğrenci de aynı vakitlerde kalkıp Tevrat okuyormuş. Hani diyorum... İkinizi aynı odaya…
- Bence mahzuru yok, namazımı rahat kılayım da.
***
Dündar Batık anlatmıştı:
Babam Boğaz’da bir caminin imamıydı, evimiz de aynı sokakta. Yatsı namazına ya beş, ya on dakika var. Nasıl soğuk bir hava, kar bora fırtına... Birden bir araba girdi sokağa. Enver Abi’yle şoförü liseli gençler gibi koşturdular musluklara. Kollarını indiremeden, pabuçlarını giyemeden camiye girdiler, saf tuttular.
Meğer Tarabya Oteli’nde bir toplantıları varmış, devlet adamları filan. Ancak fırsat bulmuşlar namaza.
Babam rahmetli “Patronunun kıymetini bil” dedi, “Ha bu adam, adamdır da!”
***
Enver Ağabey, namaz uğruna çektiği sıkıntılardan olsa gerek, ilk önce namaz yerini ayarlardı, İhlas şirketlerinin taşındığı her mekânda. Cağaloğlu’nda bir kat yekpare mescitti, bina dar ve sıkışıktı oysa.
Kılan kılar, kılmayan kılmaz. Ama mescit vardır mutlaka… Dost sohbetlerinde Abdülhakim Arvasi hazretlerinin sözünü aktarırdı üstüne basa basa: “Namaz namaz aman namaz. Nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz!”

DENİZLİ'DEN İSTANBUL'A UZANAN KUTLU YOL...
Enver Ören Ağabey, 10 Şubat 1939’da Denizli-Honaz'da doğdu. Çevrede çok sevilen ve sayılan Nazif Efendi ve Melike Hanım’ın oğludur. Dört yaşındayken ailesi Denizli’ye yerleşti. İlk ve ortaokulu burada bitirdi. Ortaokuldan mezun olduğu 1953 senesinde babasını kaybetti...
Enver Ören, ortaokuldan sonra, ailesinin maddi yükünü biraz olsun hafifletebilmek için İstanbul’daki Kuleli Askerî Lisesine girdi. Ağırbaşlılığı, nezâketi, arkadaşları arasında iyi geçimiyle tanınarak hocaları tarafından çok sevilip takdir edildi. Her zaman, bu okulda tanıdığı kimya hocasının, annesinin ve babasının nasihatlerini düşünür ve iyi insan olmak idealiyle yanardı. Kuleli Askerî Lisesini 1956 yılında bitirdikten sonra sivil hayata geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesine girerek 1961 yılında Zooloji-Botanik Bölümünden mezun oldu ve askere gitti. Dönüşünde İstanbul Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Yetişmesinde büyük emeği geçmiş olan Kuleli Askerî Lisesindeki kimya hocası ve zamanımızın büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendinin kerimeleri Dilvin Hanımefendi ile 12 Eylül 1968’de evlendi.
Enver Ören, sevdikleri ile istişare ettikten sonra, 1970 yılında üniversiteden ayrıldı. Yıkıcılığa, bölücülüğe, komünizme, millet ve tarih düşmanlarına karşı yayın yoluyla hizmet vermek kararı ile gazeteciliğe başladı. Önce Hakikat sonra Türkiye ismiyle çıkarttığı gazetenin, başlattığı neşriyatını uzun yıllar sıkıntılar içinde devâm ettirdi. Kısa zamanda kurduğu şirketleri büyüterek sonunda İhlas Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Memlekete uzun yıllar hizmet ettikten sonra, 22 Şubat 2013'te vefat etti... Nur içinde yatsın. Cenabıhak derecesini ali eylesin...

ENVER AĞABEY'DEN ALTIN NASİHATLER
>>  Müslüman demek, hasreti çekilen insan demektir. Bir kimsenin hasreti çekilmiyorsa, son nefeste imanı tehlikededir.
>>  Kim Allah içinse, Allah da onun içindir!..
>>  Büyükler, kalplerin casusudur...
>>  Dünya servet ve şöhrettir. Servet ve şöhret de kimseye kalmaz. / "Küllü şey’in fan." (Her şey fânîdir.)
>>  Haram yiyen adamdan ne kerâmet beklenir!..
>>  Parayı sevmiyorum, parayı seveni de sevmiyorum.
>>  Yaptığınız bir işten dolayı gönlünüz rahat değilse, o iş birilerine sıkıntı verir.
>>  Güneşin doğması, batışının habercisi /  Doğmak ise ölümün habercisidir.
>>  Büyüklerimizin yolu okumak ve okutmaktır.
>>  Hizmet etmek için üç şart vardır; güler yüzlü-tatlı dilli olmak, cömertlik, tam ihlaslı olmak.
>>  Bir dava, eğer millet sahip çıkarsa yürür ve büyür.
>>  Aciz insan kibirli olur. Maiyetine kibirli davranan zayıf insandır, boş insandır.
>>  En bahtsız insan, yanlışa doğru diye sarılan insandır. Ondan daha bahtsızı ise doğruya, yanlış diye saldıran insandır.
>>  Hayırda israf yoktur. İsrafta hayır yoktur.
>>  Cömertlik, varken vermek değil, yokken vermektir.
>>  Edepten mahrum bırakılan kimse, bütün hayırlardan mahrum bırakılmış olur.
>>  Gayesi belli olan huzurludur. Belli olmayan huzursuzdur.
>>  İyilerin arasında bulunmak en iyi iştir. Kötülerin arasında bulunmak en kötü iştir.
>>  Nerede bir ihtilaf, sıkıntı varsa, İslam’a uymamaktandır.
>>  Gıybet kanser gibidir...

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.